İster kişi olsun, ister toplum olsun geçmişini bilmezse, geleceğini planlayıp, kuramaz. İşte bu yüzden Osmanlıyı ret etmek yerine, onun savaşını yapmış, borcunu ödemiş bir Türkiye Cumhuriyeti olarak her şeyi "kılı kırk yararak" bir düzene koymak zorundayız.

Feodal Dünya, sanayi Devrimini yaşamış, değişmiş, dönüşmüş ve artık elinde bulundurduğu kaynakları sömürmek yetmemiş, yeni kaynaklar aramaya başlamış ve al sana 1'inci Dünya Savaşı.

Bugünün Dünyasının bile kalbinin attığı bir çok yeri yüzyıllar boyunca yönetmiş ama bir şeyler yanlış gitmiş olmalı ki, Sarayının kapısına kadar dayanmış işgal kuvvetlerince yönetilen, zamanla da bu emperyalist güçlerce parçalanıp, pay edilen bir Osmanlı Devleti vardır ortada.

Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) öncülüğünde bir avuç yurtsever, Dünya Savaşında yenik düşmüş bir devletin topraklarında Ulusal Kurtuluş Savaşı kazanarak, yepyeni bir devlet kurmuşlardır.

Çağ, bilgi ve teknolojinin her alanda kullanıldığı bir çağdır. Dolayısı ile koskoca devletin yönetimininde her şeyin fetvalar ile yönetildiği, hatta; Ulusal Kurtuluş Savaşı vereceklere:

"İstilacılara karşı direnişe geçen milliyetçilerin öldürülmeleri caiz olmakla kalmayıp hatta, her müslümanın dini görevidir. Bu uğurda ölenler şehit, kalanlar gazi sayılır." diyecek kadar emperyalistlerin emrine giren bir Osmanlı Şeyhülislamı olan Mustafa Sabri Efendi'nin (1869-1954) fetvası Damat Ferit'in onayı ve Vahdettin'in buyruğuyla yayınlanırken;

Bu yurtseverler, Ülkelerini düşman işgalinden ve bu ihanetin işbirlikçilerinden kurtardıktan sonra, yep yeni bir Devlet, Cumhuriyet kurmuşlardır.

Ortadaki sorun da, çıkış yolu hedef de bellidir, Çağı yakalamak!..

Cumhuriyet, hızla yenilikçi devrim ve hedefler üzerine kurulmak istenir ve hedef de bellidir: "MUASIR MEDENİYETİ YAKALAMAK!.."

Cumhuriyet kurulmuş ve üzerinden yaklaşık on yıl geçmiştir, bir toplantı için Bursa'ya giden Mustafa Kemal Atatürk, ülkede yaşanan olayları genel olarak bir değerlendirmek gereği duyar ve o ünlü BURSA NUTKUNDA (6 Şubat 1933):

"Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. ..... .....

Yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mâmur ve en medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız", der.

Bir Ülke düşünün ki, okulunun duvarlarında, bir şekilde önünden binlerce insanın geçtiği bir takım heykel, anıt vb yerlerin üzerinde bir çok özlü sözler vardır.

Dolayısı ile "Çağdaş Uygarlık" çok önemli bir olaydır.

O halde, çağdaş ve uygar insan nasıl olur:

Bir kere çağdaş, uygar insan her şeyden önce düşünen, sorgulayan ve bu doğru olanı kendi özel yaşamınında da yapmaya çalışan insandır. Sorgulamanın da iki boyutu vardır; edinilen bilgileri uygulamak, onların varlık nedenini ve amacını sorgulamak.

Daha açık bir anlatımla "nakilci değil, akılcı" olmaktır!..

Peki günümüzde bu böyle midir, düşünsek, sorgulasak mı?

Çok üzgünüm ki, eğitim sistemimiz bozulmuştur. Bunun amacının ne olup olmadığını, azıcık düşünen ve sorgulayanlara bırakalım mı!..

Günümüzün en büyük sorunu bilgi ve edinilmesi değildir. Sorun öğrenmenin yolunun bilinmemesidir. O yüzden birleri okuyan, öğrenen ve sorgulayan insanlardan nefret eder.

Üzgünüm ki, bu durumda yetiştirilen ve "eğitilen" halk, yurttaşlar da, kendisini bu cehalete mahkum eden sağcısını da solcusunu da seçer ve yönettirir.

Ben seçilmiş ve bir makamda oturup yönetenlere hiç bir şey demiyorum, hatta onları ayakta alkışlıyorum. Çünkü, onların bir hedefleri vardı, ona ulaştılar, şimdiki amaçları da o iktidarda, koltukta kalmak.

Ya bu halkın, yurttaşın amacı ne Allah aşkına!..

Konuşurken, "Komşusu açken, tok yatan bizden değildir" diyen birisi, kendi tok olabilir ama bir komşusunun, yakının yok ve yoksulluğuna duyarsız hatta kendisi öyle olmadığı için onu aşağılar, kendini ayrıcalıklı hisseder durumda.

Unutulmaması gereken şey şudur.

Bir şeyde "emek" yoksa, o ister kendi yaşam süresince, ya da çoluğunda, çocuğunda "haydan gelen, huya gider" der atalar.

Bu toplumun, milletin, yurttaşların ne yapmaları gerektiği konusunda, Yazar, Matematikçi, Anglikan Papazı, Sanatçı Lewis Carroll (Charles Lutwidge Dodgson 1832-1898), Alice Harikalar Diyarında adlı romanında "büyümemiş, küçük çocuklara" bir öykü anlatır:

Roman kahramanı bir kız çocuğu Alice, bir gün bir tavşan deliğinden geçerek girdiği fantastik bir dünya geçer. başından öyle saçma sapan şeyler geçer ki, romanın da konusu budur.

Küçük terbiyeli, eğitimli Hanımefendi Alice, beyaz bir tavşanın peşinden giderek tavşan deliğinden geçtikten sonra, girdiği düşler ülkesinde despot kraliçeye (otoriteye) meydan okur, olan ve yaşananları sorgular.

Bu süreçte Alis'in gittiği ormanda, yol birden çatallaşır ve ne yapacağını şaşırır. Bu sırada bir Tavşan ile karşılaşır ve tavşana sorar:

"Hangi yoldan gideyim", der. Tavşan da, "nereye gideceksin" diye sorar. Alis, "bilmiyorum" deyince, Tavşan, bugüne kadar birçok insanın bile veremediği yanıtı verir: "Nereye gideceğini bilmiyorsan, hangi yoldan gittiğinin hiç bir önemi yok"!... der.

İşte yine bir "1 Mayıs"a daha geldik.

İşçi Bayramı, Emekçi Bayramı, Emeğin Bayramı vb , vb !...

Hangi emek, hangi emekçi, kim kendini emekçi sayıyor ve bu bilinç kimde var? Kendinin ne olduğunu bilmeyen milyonlar, "1 Mayıs" günü bayram kutlamayacak, son zamanlarda olduğu gibi televizyonlardan magazin programları izleyip, uzanıp yatacaklar.

Eğitimi olmayan insanların bilinci olmaz. Bilinci omayan kişiden de "sınıf bilinci" beklenemez.

Yıllar önce Hacettepe Öğrencileri ile birlikte gittiğim "1977 1 Mayıs"ında canları yanan binler, katledilen canlar, ezilenler gözümün önünden geçerken, bugün yaşananlara bakarak, bunlar için mi, onca emek ve acı demek, birilerince "ukalaca" bulunabilir ama sorgulanması gereken bu satırlar mı, yoksa seçtikleri ile bu süreci yaşatanlar mı?

Ne dersiniz!..