Antalya, Orta kuşağın ortasına göre biraz güneyde, Akdeniz iklim bölgesinde, kendi adıyla anılan körfezin kıyısındaki ovanın, güneybatı ucunda kurulmuş bir kent.

Antalya, Orta kuşağın ortasına göre biraz güneyde, Akdeniz iklim bölgesinde, kendi adıyla anılan körfezin kıyısındaki ovanın, güneybatı ucunda kurulmuş bir kent. Kuruluş yerindeki düzlüğün iki tarafı denize sıfır olsa da ortada falezler, denizle düzlük arasında bir basamak gibidir. Ve Kepezde ikinci basamakla, daha geniş olan ikinci düzlüğe çıkılır. 

Bu yüzden kentin, yerinden dolayı bir deniz kenti, ikliminden dolayı Akdeniz iklim ve bitkileri –makiler- kenti, kuruluş yerinin düz olmasından dolayı raylı sistemleri, bisiklet yolları, suyolları kenti, arazinin genişliğinden dolayı da sıkışık olmayan, yeşili bol, yolları ve meydanları geniş bir kent olması gerekir.

Peki, Antalya böyle midir, derseniz; maalesef hiç de böyle değildir. Bu coğrafi verilere dayanarak, Antalya’nın nasıl bir kent fonksiyonu üstlenmesi gerektiğini saptamaya çalışır ve bunu bulunduğu yerin coğrafi özellikleriyle karşılaştırırsak, Antalya için pek çok şeyin yanlış gittiğini görürüz.

Örneğin: Antalya’yı hiç görmeyen bir yabancı, onun harita üstündeki yerine bakarak, Antalya’nın bir deniz kenti olabileceğini, daha doğrusu, olması gerektiğini düşünür. Yine bu düşünceden hareketle, coğrafyada deniz kentleri için olması gereken kent planı aklına gelir.

Nedir bu plan derseniz; deniz kentlerinde yaşamın merkezi kıyı şerididir ve bu yüzden kent sokakları denize diktir. Yani, bu yolla denizin etkisi içerlere dek sokulur. Denizde yoğun bir trafik olup, ulaşım büyük ölçüde deniz üzerinden sağlanır.

Kıyılarda gökdelenler değil, içkili gazinolar, restoranlar, barlar gibi eğlence yerleri ve ticaret merkezleri, hediyelik eşya dükkânları vs. vardır.

Oysa Antalya, hiç de böyle değildir. Kayseri gibi, Konya gibi bir bozkır şehridir. Denizle de uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur. Bırakın dünyanın deniz kentlerini limanlarını, Tuna, Tisa, Sava veya Ren Nehri kıyısındaki bir kasaba kadar, Sibirya’nın ortasındaki İrkutsk kadar bile suyollarından faydalandığı söylenemez.

Konya ve Kayseri’de kent içi ulaşım ve trafik ne ise, Antalya’da da aynıdır. Konya’nın Eskişehir’in planlanmasında deniz, ne kadar dikkate alınmışsa, Antalya’nın planlanmasında daha fazla dikkate alındığı söylenemez.

Hatta yolların, parkların ağaçlandırılmasında bile iç Anadolu’nun, çamı, ardıcı çınarı nerdeyse yöreye özgü turunçgillerle baş başadır. Bu durumu 2004 Kasım’ında Amsterdam’a giderken uçak havalanınca fark etmiş ve o geziyle ilgili notlarıma o günkü gözlemlerimi şöyle not etmişim:

“Uçak havalanınca, hemen tüm Antalya altımızda kaldı. Antalya’yı ilk kez, havadan, bu kadar net bir şekilde gördüm. Önceki uçuşlarda hava uygun değildi, pek bir şey görememiştim.

Bir şehre yukardan bakmak beni her zaman heyecanlandırmıştır. Şu anda da Antalya’yı havadan görmenin heyecan ve hayal kırıklığını yaşıyorum. Tepeden ilk göze çarpanlar denizin koyu mavisiyle kıyının karşılaşması, ama bir o kadar da kentle denizin birbirine yabancılaşmasıydı.  Neden derseniz; falezlerin üzerindeki yüksek yapılar, kıyı boyunca, bir duvar gibi uzanıyordu.

Antalya bu haliyle, sanki denizden gelecek saldırılara karşı, surlarla çevrilmiş, bir ilk çağ kentini andırıyordu. Ayrıca bu, denize bir duvar çekilmiş gibi yapılaşmanın arkasında, yeşili bol, çok geniş bir boşluk vardı.

Hatta şehrin kurulduğu düzlüğün, sanki daha yarısı boş gibi görünüyordu. Kaldı ki burası dolsa bile, Kepezin üstünde çok daha geniş bir ova vardı. Bu da şehri, bu denli sıkıştırmanın denize duvar örmenin anlamsızlığını ortaya koyuyordu.

Zaten, oldum olası, Antalya’daki şehirleşmeye akıl erdirebilmiş değilimdir. Olayın bilimsel, kentsel, sosyal, kültürel ve ekonomik bir açıklaması olmadığı gibi, kent insanının ihtiyaçlarının karşılanmasıyla, hatta siyasal ve partisel çıkarlarla da fazla ilgisi olduğunu zannetmiyorum.

Kentleşmeye rant, rüşvet ve yolsuzluğun en vahşi biçimde egemen olduğunu düşünüyorum. Kent rant ve yolsuzluğunun çirkin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor elbette, diye düşünüyorum. 

Ama tüm bunlardan başka, kentin coğrafyası da hala algılanabilmiş değil. Antalya’yı bugüne dek yönetenler kenti Konya, Ankara, Eskişehir, Kayseri gibi bir bozkır şehri olarak algılamışlar ve bir bozkır şehri için geçerli olabilecek yerleşme planları, ulaşım sistemleri ve bunlara uygun bir mimari sistem uygulamışlardır. Antalya’nın bir liman, bir kıyı kenti olduğu, denizden yararlanılabileceği hiç düşünülmemiştir.