“Teyzem birazdan aşağıda olur, Bay Nuttel,” dedi on
beşindeki bilgiç küçük hanım “o gelene kadar bana katlanmanız gerekecek.” Framton
Nuttel, doğrusu teyzenin aşağıya inmesinin biraz vakit alacağını da hesaba
katarak, yeğenin gururunu okşayacak uygun birkaç kelam etmeye çalıştı. Ama bir
yandan da, tamamen yabancı olduğu insanlara yaptığı bu nezaket ziyaretlerinin
gördüğü sinir rahatsızlığı tedavisine nasıl bir yararı olabileceğini
geçiriyordu aklından. Taşraya kaçıp dünyadan elini eteğini çekmeye
hazırlanırken, “Neler olacağını adım gibi biliyorum,” demişti kız kardeşi
“orada kendi kabuğuna çekileceksin, tek bir Allah’ın kuluyla iki satır
konuşmayacaksın, sonunda can sıkıntısından sinirlerin daha da harap olacak.
Sana oradaki tanıdıklarıma yazılmış birkaç tavsiye mektubu vereceğim.
Hatırladığım kadarıyla bazıları hoş insanlardı.” Framton, birazdan bu tavsiye
mektuplarından birini sunacağı hanımın, Bayan Sappleton’ın o hoş insanlardan
biri olup olmadığını merak ediyordu. Yeğen, yeterince suskun kaldıkları
kanısına vararak, “Buralarda çok ahbabınız var mı?” diye soracak oldu. “Tek bir
ahbabım yok,” dedi Framton. “Kız kardeşim dört yıl kadar önce buranın papazının
konutunda kalmıştı, o yüzden buradaki bazı kişilere sunulmak üzere tavsiye mektupları verdi bana.” Bu son
sözleri belli ki biraz da eseflenerek söylemişti. “Öyleyse teyzemin nasıl biri
olduğundan haberiniz yok,” deyiverdi aklı ermiş küçük hanım. “Yalnızca adını ve
adresini biliyorum,” diye itiraf etti ziyaretçi. Bayan Sappleton’ın evli mi,
yoksa dul mu olduğunu merak ediyordu. Odada, tam olarak anlaşılamasa da, bir
erkeğin yaşadığını sezinleten bir şeyler vardı. Bayan Sappleton, şen şakrak,
avdan, kuşların azaldığından, kışa ördek avına çıkma olasılıklarından dem
vurarak cır cır konuşup duruyordu. Framton’ı afakanlar basmıştı. Umarsızlığa
kapılarak konuyu değiştirmeye, o kadar dehşet verici olmayan bir konudan söz
açmaya çalıştıysa da beceremedi: Ev sahibesinin kendisiyle pek ilgilenmediğinin,
ikide bir gözlerini ondan ayırıp açık pencereye ve önündeki bahçeye
kaydırdığının farkındaydı. Ziyaretinin bu hüzünlü yıl dönümüne rastlamış olması
ne büyük talihsizlikti. İnsanların hiç tanımadıkları ya da tesadüfen
tanıştıkları kimselerin kendilerinin hastalık ve illetlerini, bunların
nedenleri ve tedavilerini en küçük ayrıntısına kadar öğrenmek için meraktan
çatladıkları konusundaki oldukça yaygın yanılgıya kapılan Framton, “Hekimler
kesinlikle başımı dinlememi tavsiye ettiler, zihnimi aşırı yormamam, ağır
bedensel işlerden kaçınmam gerektiği konusunda hemfikirler,” diyecek oldu.
Sonra da, “Ama nasıl bir perhiz uygulayacağım konusunda o kadar hemfikir
değiller,” diye sürdürdü sözünü. Üç karaltı, bahçenin gittikçe kararan
alacakaranlığında pencereye doğru yürümekteydi üçünün de kollarının altında
tüfekler vardı, biri de beyaz bir
trençkotu omuzlarına almıştı. Yorgun bir kahverengi spanyel hemen yanlarında
ilerliyordu. Sessizce eve yaklaşıyorlardı ki, genç, boğuk bir ses karanlığın
içinden bir şarkı tutturdu: “Bertie, terk etme beni, cancağzım?” Framton,
bastonuyla şapkasını kaptığı gibi, salon kapısını, çakıllı yolu, bahçenin ön
kapısını yel yepelek geçti, arkasına bile bakmadan kaçıp gitti. Yolun
karşısından gelen bir bisikletli ona çarpmayayım derken çite toslayıverdi. “Köpeklerden
çok korktuğunu söylemişti. Bir defasında bir sürü sokak köpeği onu Ganj nehri
kıyısında bir mezarlığa kadar kovalamış, geceyi yeni kazılmış bir mezarda
geçirmek zorunda kalmış, ağızlarından köpükler saçılan köpekler de sabaha kadar
tepesinde havlayıp hırlamışlar. Kim olsa ödü patlar.” Bir ayak üstünde kırk
yalanın belini bükmekte hiç kimse bu kızın eline su dökemezdi. (alıntı)