Kıy­met­li Ya­zar­la­rı­mız­dan Hü­se­yin Rahmi Gür­pı­nar’ın “Aç­lık­tan Öl­me­me­nin Ça­re­si” adlı hi­ka­ye­si­ni siz­ler­le pay­la­şı­yo­ruz. İyi oku­ma­lar sev­gi­li hi­ka­ye sever dost­lar.

— “Sabah sabah böyle saç­lar ta­ra­lı, po­tin­ler ya­ma­lı, ahlâk ka­nu­nu keş­fi­ne çık­mış bir fi­lo­zof dal­gın­lı­ğı ile ne ta­ra­fa?”

— “Hayır, hayır. Ben­zet­me­ni hiç ye­rin­de bul­ma­dım. İnsana derin bir se­fa­let his­set­ti­ren bu kas­vet­li, kirli so­kak­lar­da sa­bah­le­yin aç kar­nı­na ahlâk ka­nu­nu keş­fi­ne çı­kıl­maz. Hem en büyük fi­lo­zof­la­rın şim­di­ye kadar bul­duk­la­rı ka­nun­la­rın iflâs et­ti­ği böyle bir günde za­val­lı in­san­lık senin, benim gibi ah­lâk­sız­la­rın keş­fe­de­cek­le­ri ka­nun­la muh­taç ka­lır­sa, vay olur onun ha­li­ne! Benim ara­ma­ya çık­tı­ğım şey bütün bütün başka.”

— “Nedir?”

— “Yü­zü­mün sa­rı­lı­ğı­na, şu der­man­sız­lı­ğı­ma bak da anla.”

— “Ha an­la­dım. Une aven­tu­re d’amour (bir aşk ma­ce­ra­sı) ara­ma­ya çık­mış ola­cak­sın.”

— “Ah dos­tum, mak­sat­tan ne kadar uzak­sın! O senin de­di­ğin tok kar­nı­na edi­lir halt­lar­dan­dır. Ben sabah sabah pa­ra­sız karın do­yur­ma­ya çık­tım.”

Kar­şı­sın­da­ki­nin kol­tu­ğu­na gi­re­rek: “O! Bu sözün beni çok en­te­re­se etti. Pa­ra­sız karın do­yur­mak… Buna bir imkân keş­fe­de­bil­din­se hemen il­gi­li bu­lun­du­ğu ma­kam­dan bir ih­ti­ra be­ra­tı ala­lım, keş­fi­mi­zi ilân ede­lim. Hem âle­min karnı doyar, hem de biz böy­le­lik­le ihya olu­ruz.”

— “Yok, yok! Bu ol­duk­ça önem­li bir ke­şif­tir fakat ilân et­me­ye gel­mez. Bu karın do­yur­ma yo­lu­nu baş­ka­la­rı­na gös­te­rir­sek sonra biz yine aç ka­lı­rız.”

— “Eh, öy­ley­se bir sen bil, bir de ben bi­le­yim.”

— “Kar­nın aç mı?” *

— “Zil gibi. Böyle bir so­ru­yu senin ak­lı­na ve kav­ra­yı­şı­na ya­kış­tı­ra­ma­dım.”

— “Niçin?”

— “Benim ay­lık­la ge­çi­nir bir za­val­lı ol­du­ğu­mu bi­lir­sin. İşte bu salı tamam on beş gün­dür ki ma­aşın sü­re­si geçti. Zaten geçen ayın on be­şi­ni bul­ma­dan pa­ra­lar ta­ma­mıy­la su­yu­nu çek­miş­ti. Bir aydır bilâ man­gır ya­şı­yo­ruz.”

— “Kredi ile?”

— “Adam sen de! Dün­ya­da kimin iti­ba­rı kaldı ki, ka­sa­bın-bak­ka­lın ya­nın­da benim kre­dim olsun!”

— “Nasıl ya­şı­yor­sun?”

— “Av­ru­pa­lı be­le­di­ye re­isi­ni elli gün­dür aç­lık­tan öl­dür­me­yen Allah bizi de mu­ha­fa­za edi­yor. Fakat uzun söz din­le­me­ye ta­ham­mü­lüm yok. Aman Allah’ım aç­lık­tan tın tın ötü­yo­rum. Şu senin pa­ra­sız karın do­yur­mak sır­rı­na hemen ermek is­te­rim.”

— “Öy­ley­se gel be­ra­ber. Ben ne ya­par­sam sen de onu yap. Lâkin öyle bitik, meyus durma. Tok bir ada­mın kuv­ve­ti­ni ve ne­şe­si­ni gös­ter ki esnaf biz­den şüp­he­len­me­sin.”

— “Ne o? Adam do­lan­dır­ma­ya mı gi­di­yo­ruz?”

— “Evet ama, gayet küçük öl­çü­de.”

— “Tu­tu­lur­sak rezil olu­ruz.”

— “Bu öyle ma­sum­ca bir hır­sız­lık ve do­lan­dı­rı­cı­lık­tır ki mal sa­hi­bi­nin mü­sa­ade­siy­le ve onun gözü önün­de olur. Bu işe gi­riş­me­ye ce­sa­ret eden­ler ka­nu­ni ko­vuş­tur­ma teh­li­ke­sin­den ta­ma­mıy­la uzak ka­lır­lar.”

— “Aca­yip!”

— “Haydi, gel, gel!”

***

 

İki ar­ka­daş Ba­lık­pa­za­rı’na iner­ler. Dar, çukur, ka­ran­lık ve en ni­ha­ye­tin­de ayaz­ma gibi lamba yanan bir bak­kal dük­kâ­nın­dan içeri da­lar­lar. Sır­tın­da­ki göm­lek her türlü yağ ve ben­ze­ri şey­le­rin bu­laş­ma­sıy­la “em­per­me-abi” yani su sız­dır­maz bir mu­şam­ba ha­li­ne gel­miş koca ka­rın­lı, içi-dı­şı yağlı bak­kal Bo­do­sa­ki iki-üç müş­te­riy­le meş­gul. V. Bey alçak, tozlu ta­va­na kadar her yanı istif istif, sal­kım sal­kım, tık­lım tık­lım dol­du­ran mal­la­rı aç bir kedi sin­si­li­ğiy­le gez­den ge­çir­mek­tey­ken, ge­len­le­rin hal­le­ri­ne dik­kat­ten ken­di­ni ala­ma­yan bak­ka­lın çı­ra­ğı­na: “Pey­nir is­ti­yo­rum.” der.

Çırak: “Ve­re­lim. Kaç okka?”

— “Ba­kı­nız, işte çok çeşit pey­nir var. Hoş­lan­dı­ğı­nız­dan alı­nız.”

— “Kes ba­ka­yım şu pey­nir­den bir parça.”

Çırak kes­ti­ği pey­ni­ri bı­ça­ğın ucuy­la müş­te­ri­le­re uza­tır. V. Bey bir par­ça­sı­nı kendi yer, bir kıs­mı­nı da ar­ka­da­şı­na tat­tı­ra­rak: “Hım, iyi değil, pek tuzlu.”

— “Tuz­su­zu da var.”

— “Gö­re­lim.”

Çırak yine bı­ça­ğın ucuy­la her iki müş­te­ri­ye tuz­suz­dan tat­tı­rır. Müş­te­ri­ler­de çe­ne­ler ha­fif­çe bir-iki kere oynar. Yüz­le­rin­de hoş­nut­suz­lu­ğu be­lir­ten çiz­gi­ler gö­rü­nür. Çırak mal be­ğen­dir­mek­te ısrar gös­te­rir dört-beş çeşni daha tak­dim eder. Fakat bu çok zor be­ğe­nen müş­te­ri­le­ri mem­nun ede­mez. Müş­te­ri­ler beyaz pey­nir­den vaz­ge­çe­rek ka­şa­ra karar ve­rir­ler. Onun da bir­kaç çe­şi­din­den ta­dar­lar. Çeş­ni­le­ri yut­tuk­tan sonra hep yüz ek­şi­tir­ler, be­ğen­mez­ler ves­se­lam. Dük­kân­dan çı­kar­lar.

— “Şüp­he­siz. On dir­hem­den fazla pey­nir yedim. Fakat bir parça ekmek ol­say­dı.”

— “Ekmek olmaz. O vakit hi­le­miz an­la­şı­lır. Hele gel ba­ka­lım, daha neler yi­ye­ce­ğiz!”

Bir ikin­ci dük­kâ­na gi­rer­ler. Bu defa zey­tin is­ter­ler. Yeşil, siyah, iri, ufak, orta ta­ne­li her cin­sin­den yer­ler. Pa­zar­lık uymaz, çı­kar­lar.

— “Kaç zey­tin yedin?”

— “Ben onbir.”

Beş-on dük­kân aşırı bir bak­ka­la daha da­lar­lar. Şimdi de pas­tır­ma, sucuk kes­ti­rir­ler. Eski mal, yeni mal, kuş­gö­nü, if­ta­ri­ye­lik… Tat­ma­dık hiç­bir çe­şi­di­ni bı­rak­maz­lar. Tabiî pa­zar­lık uymaz. Lâkin bu pas­tır­ma-su­cuk mu­aye­ne­si, tuz­lu-ba­har­lı gev­rek gev­rek hoş­la­rı­na gider.

 

— “Bir par­ça­cık ekmek olsa ba­ya­ğı tım­tı­kız do­ya­ca­ğım.”

— “Bu pa­ra­sız zi­ya­fe­tin tek sa­kın­ca­sı da işte bu ek­mek­siz­lik­tir.”

— “Daha ye­me­ğe iş­ta­hın var mı?”

— “Bil­mem, adeta tuz­lan­dım.”

Bu defa bal, bu­la­ma, pek­mez, kabak re­çe­li çeş­ni­ci­li­ği­ne çı­kar­lar. Yü­rek­le­ri ya­nın­ca­ya kadar par­mak par­mak yer­ler. Sonra üzüm kü­fe­le­rin­den rızk top­lar­lar: “Baba, kaça ve­ri­yor­sun?” diye sor­duk­tan sonra sal­kım­la­rın al­tın­dan, üs­tün­den çim­len­mek. Böyle arı gibi her kü­fe­ye kona kalka iki-üç cadde takip edin­ce be­da­va­dan yüz dir­hem üzüm yemek mu­hak­kak­tı.

— “Kuru ye­miş­çi­le­re. Daha ceviz, fın­dık, badem, kuru üzüm, hurma, incir mu­aye­ne­si var.”

— “Kuru ye­miş­çi­le­ri başka bir güne bı­ra­ka­lım. Val­la­hi çok doy­dum ben…”

 

— “İşte, bi­ra­der, pa­ra­sız doy­ma­nın sır­rı­na erdik. Fakat her sa­na­tın bir püf nok­ta­sı var­dır. Bu­nun­ki de şudur: Bugün uğ­ra­dı­ğı­mız dük­kân­la­ra uzun müd­det uğ­ra­ma­mak­tır. İstan­bul pek geniş bir şe­hir­dir efen­dim. Bugün Ba­lık­pa­za­rı’ndan ne­va­le­ni top­lar­san, yarın Ga­la­ta’ya, Top­ha­ne’ye geç. Öbür gün Kum­ka­pı, daha öbür gün Sa­mat­ya’ya git. Dolaş dur. Bizi ya­ra­tan bütün dünya âle­min rız­kı­nı ve­ri­ci, şüp­he­siz he­pi­mi­zin kıs­me­ti­ni bol bol ayır­mış­tır. Fakat onu ara­yıp bul­ma­sı­nı bil­me­li. O halde ka­ba­hat kim­se­de değil, aç ka­lan­la­rın ken­di­le­rin­de­dir. Bak bugün ta­ne­mi­zi kaç çe­şit­li yer­den azar azar top­la­ya­rak doy­duk. Ya­rab­bi şükür. Bu Allah’ın lüt­fu­dur. Haydi, bi­ra­der sana öyle bir ders ver­dim ki, ba­cak­la­rın­da bir­kaç sokak do­la­şa­cak kuv­vet ol­duk­ça bun­dan sonra aç­lık­tan öl­mez­sin. Çünkü ge­le­nek­le­re göre bizde çeşni he­lâl­dir.”