Akıl ve bilim çağını cumhuriyet ile yakalayan Türkiye’de bugün, hiçbir aykırı görüş ya da düşünce bütün açıklığı ile ifade edilememekte, tartışılamamaktadır.

Tek adam rejiminin kendini dine dayalı bir devlet olarak kurumsallaştırmak istemesi, sistemin tüm kurumsal yapısında büyük tahribatlar yarattı. Türkiye’yi çok çeşitli yönlerden bir çöküş noktasına getirdi. Çöküşün en büyüğü de ahlak açıdan oldu.

Toplumu bir arada tutan ve bir bütün olmasını sağlayan sevgi, saygı, samimiyet, fedakârlık, bağlılık, dürüstlük, dostluk, vefa, dayanışma ve paylaşma gibi birçok değer yok edildi. Hiçbir sınır ve ilke tanımayan kişisel başarı ve çıkar hırsı, tüm değerlerin önünde yer aldı. Manevi ve dini değerlerin içi dindarlık kisvesi altında boşaltıldı. İktidardan beslenerek zamanla holdingleşen tarikatlar, MEB aracılığı ile eğitim kurumlarında fetvalar vermeye başladı. Yolsuzluk ve rüşvet sıradanlaştı. Yolsuzluk ve rüşvette ülke olarak Avrupa’yı aşarak dünya ile yarışır olduk. Bunlar yetmezmiş gibi toplum bir de etnik ve mezhep temelli kutuplaştırılmaya, ayrıştırılmaya çalışıldı.

Tüm bunların doğal bir sonucu olarak da toplumda önce ahlaki çürüme başladı. Ahlaki çürüme başladığı zaman, toplumsal çözülmelerin de yaşanması kaçınılmaz oldu. Toplumda var olan iş birliği, ortak değerler, inançlar ve birliğin çökmesiyle toplumsal bütünlüğümüz bozuldu. İşte bu tablo ile Türkiye, dünya genelinde düşünce özgürlüğü açısından Orta Çağ karanlığında bir Orta Doğu ülkesi gibi algılanıyor.

Düşünme yeteneği insanı diğer canlılardan ayırır. İnsanlar düşündüklerini hiçbir korkuya kapılmadan ifade edebildiklerinde insandırlar. İşte burada evrensel hukuk devreye girer. Hukukun amacı da bireyin özgürlüklerini sürekli genişletmek ve bireyin özgürlüklerini gereksiz sınırlamalardan ve müdahalelerden korumaktır. Oysa bizde hukuk tersine işlemektedir. Demokrasi yeterince kurumsallaşamadığı için bizde hukuk toplumu terbiye etme, muhalefeti susturma aracına dönüşmüştür.

Türkiye’de demokrasinin gelişim süreci oldukça zor ilerlemiştir. Yine de bunları aşarak yoluna devam etmiştir. Bugün Türkiye’de demokrasinin vazgeçilmez olduğu konusunda ortak bir görüş kabul görse de, biz demokrasi kültürünü çok eski zamanlardan bu yana tanıyan bir toplum değiliz. Demokrasiyi bir türlü içselleştiremedik. Dolayısıyla yaşadığımız darbe süreçleri düzenin bir parçası haline geldi. Türkiye’nin siyasi rejimi, yıllar boyu demokrasi ile otoriterlik arasında gitgeller yaşadı. Demokrasimizin kurumsallaşamamasının en önemli nedenlerinden biri her on yılda bir gerçekleşen bu askeri müdahaleler olmuştur.

Seçimler demokrasinin temel araçlarından biridir. Seçim, sistemin demokratikliğini niteleyen özelliklerden biri olmasına karşın, tek başına demokratik yönetimin göstergesi sayılmaz. Seçimlerin serbest ve özgür olması adil yarış koşullarına, ifadeye, örgütlenmeye ve medya özgürlüğünün var olmasına bağlıdır. Bunlara ek olarak şiddetten uzak seçmen iradesinin müdahalesiz sandığa yansımasına, devlet olanaklarını kullanarak baskı ve ideolojik yönlendirilmelerin yapılmaması gibi koşullar da olmazsa olmazlar arasındadır.

Ancak 20 yıllık AKP dönemi boyunca başta YSK olmak üzere kurumlarda yaşanan tahribatlar ve rejimin gittikçe otoriterleşmesi nedeniyle adil ve özgür koşullarda seçimler gerçekleşmemektedir. Ülke olarak yaşadığımız demokratik gerileme devam etmektedir. Geçmiş seçim dönemleri bize seçimlerin adil ve özgür bir ortamda yapılmasını engelleyen olayları hatırlatmaktadır. İktidarın hafızalarımızda yer alan onca sabıkasına rağmen seçimlerin demokratik koşullar altında yapıldığını söylemek ve bu iktidardan 14 Mayıs’ta meşru demokratik bir seçim beklemek fazlasıyla saflık olur. 14 Mayıs seçimleri bende hala büyük bir endişe kaynağı…