Çalışmalı, insanlara hizmet etmeliyim. Aylık almasını
seviyorsan namusunla, bütün gücünle, vicdanının sesini dinleyerek çalış
dinlenmeyi, uykuyu bir yana bırakarak çalış, arkadaş! Beleşten aylık almaya
iyice alıştın, işte tüm kötülüklerin başı da bu. Kendi kendine bu tür birkaç
öğüt daha veren baş kondüktör Podtiagin, en sonunda içten gelen bir çalışma
dürtüsüyle kıpırdanıyor. Saat
gecenin ikisi olmasına karşın yardımcısı kondüktörleri uykudan
uyandırıyor, onlarla birlikte bilet kontrolüne başlıyor. Zımba aletini neşeyle
şakırdatarak Bileeeetleriniz! diye bağırıyor. Vagonların alaca karanlığına
gömülerek uyuyan yolcular bu ses üzerine
irkiliyorlar, başlarını silkeliyorlar, biletlerini uzatıyorlar. Aman Tanrım!
Romatizmam azdı… Üç gündür uykusuzum, uyumak için morfin almıştım, sizse bilet
diye tutturdunuz! Sizin yaptığınız düpedüz acımasızlıktır. Bu hareketiniz
insanlığa sığar mı? Uyumak için ne zorluklar çektiğimi bilseniz böyle önemsiz
şeylerle beni rahatsız etmezdiniz… İnsafsızlık bu, çok anlamsız bir davranış!
Gece yarısı biletimi ne yapacaksınız! Düpedüz saçmalık! Podtiagin bir an
gücenip gücenmeme konusunda ikircik geçiriyor, gücenmeye karar veriyor.
Bağırmayın bakayım! Burası meyhane değil! Meyhanede insanlar sizden daha
anlayışlıdır, beyim! Şimdi bir daha nasıl uyurum? Şaşılacak şey doğrusu! Birçok
yabancı ülke gezdim, kimse bilet sormadı. Buradaysa sizleri sanki şeytan
dürtüyor. Bilet de bilet! Yabancı ülkeleri pek beğeniyorsanız gidin de orada
yaşayın. Düpedüz saçmalık, beyefendi! Kömür kokusuyla, bunaltıcı sıcakla,
ardından hava cereyanıyla yolcuların canını çıkardığınız yetmiyormuş gibi bir
de formalitelerle eziyet ediyorsunuz! Beyefendinin canı bilet görmek istemiş!
Bu ne çalışkanlık böyle? Biletsizleri bulmak için yapsanız aklım erer, oysa
trendeki yolcuların yarısı biletsiz gidiyor. Bunu nasıl görmezsiniz? “Gerçekten
de hasta bir adamı uyandırmamalıydım.” diye düşünüyor. “Ama benim bir suçum yok
ki… Onlar sanıyorlar ki, bunu canım istediği için, keyfimden yapıyorum.
Görevimin böyle gerektirdiğini anlamıyorlar. İnanmıyorlarsa istasyon şefini
çağırayım da sorsunlar.”
İşte bir istasyona geliyorlar. Tren beş dakika duruyor. Üçüncü kampanadan önce
yukarda sözü geçen ikinci mevki vagona Podtiagin giriyor. Arkasından da kırmızı
şapkalı istasyon şefi… Podtiagin Açıklama istemiyoruz. Şunu aklınızdan
çıkarmayın, ondan özür dileyeceksiniz. Bu yolcu bizim korumamız altındadır.
Peki, özür dileyebilirim. Madem öyle istiyorsunuz. Hadi, buyurun… Yarım saat
sonra Podtiagin, hem yolcuyu memnun edecek, hem de kendini küçük düşürmeyecek
bir özür tümcesi tasarlayarak vagondan içeri giriyor. Hasta yolcuya yaklaşıyor.
Bayım, beni dinler misiniz, bayım! Beriki irkilerek yerinden hopluyor. Ne? Ne
var? Ben… şey… düşündüm ki… sizden özür dilemem gerekiyor… Hasta yolcu iç
çekiyor, göğsünü tutuyor. Aman… biraz su! Üçüncü kez morfin tozu aldım, dalar
gibi olmuştum. Gene o karşıma çıktı. Tanrım, bu eziyet ne zaman son bulacak?
Ben… şey… bağışlayın.
– Baksanıza! Beni bir istasyon sonra indirin… Artık bu kadarına
dayanamayacağım! Ölmek üzereyim. Vagondaki yolcular isyan ediyorlar. Bu ne
alçaklık, ne rezillik! Buradan hemen defolun! Başkasıyla alay etmek pahalıya
patlayacak size! Gidin buradan! Podtiagin elini silkeliyor, içini çekerek
vagondan dışarı çıkıyor. Görevlilerin kaldığı bölmede bitkin durumda masaya
çöküyor, kendi kendine sızlanmaya başlıyor: “Ah, şu insanlar! Hadi, gel de
yaran onlara! Çalışabilirsen hevesle çalış bakalım! İster istemez her şeye boş
verir, kendini içkiye kaptırırsın. Çalışmazsın kızarlar, canla başla bir şey
yapmaya kalkarsın, gene kızarlar… İçmek en iyisi!” Podtiagin bir dikişte
şişenin yarısını bitiriyor ondan sonra artık ne çalışmayı, ne görevi, ne namus
duygusunu düşünüyor.