Antalya’da deniz sadece deniz değildir… Mavinin altında tarih yatar, kıyıya vuran her dalga binlerce yıl öncesinden bir haber fısıldar kulağımıza. Hele bir de bir tekneye atlayıp, kıyıya gizlenmiş antik kentlere doğru yola çıktıysanız… O zaman sıradan bir gezi olmaktan çıkar bu serüven; geçmişle göz göze geldiğiniz büyülü bir zamana dönüşür.

Bir sabah erkenden kalkarsınız mesela. Yanınıza bir şapka, güneş kremi ve bolca merak alırsınız. Kaleiçi'nden, Kaş’tan ya da Demre’den kalkan küçük teknelerden birine binersiniz. Deniz sabah mahmurluğunda pırıl pırıl uzanır önünüzde. Martılar eşlik eder size, biraz ötede balıkçılar ağlarını toplar. Ama siz başka bir niyetlesinizdir… Antik çağın taşlarına dokunmaya, binlerce yıl öncesinin ayak izlerini takip etmeye gidiyorsunuz.

İlk durak genelde Simena olur. Kekova Adası'nın karşısındaki bu minik köy aslında Likya uygarlığının denizle sarmaş dolaş olmuş sessiz tanığıdır. Surların altında denizin içinde kalan batık evleri görmek, insanı hem büyüler hem hüzünlendirir. Zamanında bir depremle sular altında kalmış bu evler, adeta "biz hâlâ buradayız" der gibi dalgaların arasında kıpırdanır.

Simena’dan sonra yol bazen Myra’ya düşer. Burası biraz daha içerde kalsa da deniz yolculuğunun olmazsa olmazlarındandır. St. Nicholas’ın memleketi, dev kaya mezarlarıyla insanı suskunluğa iter. Ama en çok da liman kentlerinin ruhunu hissedersiniz burada: Limanlar sadece ticaret değil, kültür taşımıştır yüzyıllar boyunca.

Bir başka rota: Phaselis! Kemer’e yakın, üç koylu bu antik kent adeta “gelsene buraya, biraz gölgemde dinlen” der gibi çağırır tekneleri. Limana yanaşıp da yürüyerek tiyatroya vardığınızda gökyüzü başka bir renge bürünür sanki. Çam ağaçlarının altında, taşların arasında gezinirken aklınıza şu düşer: "Acaba bu sokakta kimler yürüdü, neler konuştular?"

Tekneyle antik kentleri gezmenin en güzel yanı, yolların zaman gibi akışkan olmasıdır. Karadan saatler sürecek yerler denizden sanki size yaklaşır. Ve bu yolculuklarda zaman durmuş gibi olur. Çünkü antik taşlara dokunmak demek, kendi zamanınızdan biraz çıkmak demektir.

Apollonia, Andriake, Olympos… Her biri ayrı bir hikâye. Olympos’un nar ağaçlarıyla süslü yolları, Andriake’nin dev tahıl ambarı, Apollonia’nın huzurlu yalnızlığı… Hepsinde deniz başroldedir. Maviyle antik gri arasında kurulan bu dostluk, insanı çağırır. "Yine gel" der.

Bu gezilerde en çok hoşuma giden şeylerden biri de tekne kaptanlarının hikâyeleridir. Bazen o tarihi taşlardan daha çok şey anlatır kaptanlar. "Şu kayanın altında eski bir çapa varmış", "Şurada define aramışlar yıllar önce…" diye başlayan cümleler, işin içine biraz masal, biraz efsane de katınca keyif ikiye katlanır.

Denizden antik kente gitmek demek, biraz da iç dünyamıza yolculuk demek aslında. Her durakta kendimizden bir parça bırakıyoruz gibi hissediyorum. Bir duvara dokunuyoruz, bir merdivene basıyoruz ya da bir taşın üstüne oturuyoruz… Ve o anda sadece misafir değiliz artık; o tarihin bir parçası oluyoruz.

Eğer yolunuz Antalya’ya düşerse, ille de bir gününüzü bu tekneyle tarihe yolculuklara ayırın. Günübirlik de olur, yarım günlük de. Ama mutlaka suyun üstünden geçin o taşlara. Çünkü bazı tarih sayfaları sadece karada değil, denizin kucağında açılır…